PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU
Köşe Yazarı
PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU
 

Ağacı Seven

Çocuklarımız çok sevmeli ağacı, çiçekleri, hayvanları, doğayı… Ama önce anneleri ve babaları sevmeli; sevmeli ki çocukları da sevsin. Çünkü benim gördüğüm ağaçlar, şayet ayakları olaydı, o babaların ve babaların çocuklarının geldiğini görünce emin olun kaçardı. Onlar da ne yazık ki kaçamadılar, hem de belki yüzlerce yıl her türlü hava şartına, tipiye, buz gibi havaya, susuzluğa ve yakıcı güneşe göğüs germelerine, ayakta kalmayı başarmalarına rağmen. O adamları görünce kaçamadılar ne yazık ki… O ağaçların bir kardeşini gördüm ben ve başkalarına da gösterdim, hem de yaşadığım muhitin ileri gelenlerine, fakat onlar da anlamadılar ağacı yazık ki… Kim olduğunu görüyorsunuz işte; perili kartının eşsiz huşlarından, kutsal ağaçlarından biridir o. Anlatacağım biraz sonra hikayesini. Bunun bir kurgu olmadığını söylemeliyim size, evet tamamen gerçek. Ama önce mazinin kültür evreninde zihinsel bir gezi yapalım. Her çocuk bir ağaçla, belki yüz, belki daha fazla ağaçla doğardı atalar kültüründe. Bu ağaçlar kimi zaman kavak olur, ardıç olur, kayın olur… kimi zaman da meyveli ağaçlardan olurdu. Çocuk ergenlik çağına gelmeye onlar da ürünlerini vermeye hazır hale gelirdi. İşte dikili ağacı olmak gerçekten dikili bir belki yüz ağacı olmak demekti; zira öyle görmüşlerdi atalardan. Fidan dikme zamanı gelince bir baba eline fidanları, yanına çocuklarını alır, giderlerdi topraklarına. Derdi ki baba, “Bak oğlum şunu dedem dikti, şunu babam; şimdi biz de bunları dikelim ki, siz ve sizin çocuklarınız yararlansın.” Sonra aklına gelen hikayeyi anlatıverdi: “Şanlı hükümdarlarımızdan biri, veziriyle birlikte tebdili kıyafet, fidan dikmekte olan yaşlı bir adamın bahçesinin yanından geçiyorlarmış. Hükümdar, yaşlı adama selam verdikten sonra, vezirine dönüp 'dedeyle iki kelam edelim' deyip inivermiş atından. 'Baba kolay gelsin, terlemişsin, neden o kadar yoruyorsun kendini, belki meyvesini dahi göremeyeceksin!' deyince, yaşlı adam doğrulmuş, terini sildikten sonra ulu ağaçları göstermiş. 'Haklısın evlat!', demiş; 'Fakat gördüğün gibi bizden öncekilerin diktiği ağaçlar da artık benim gibi yaşlandı; belki onlar da daha fazla yaşamayacaklar. Ben de tıpkı dedelerim gibi, kendim için değil, çocuklarım ve torunlarım için dikiyorum.', demiş. Hükümdarın çok hoşuna gitmiş bu cevap ve vezirinden, dedeye bir kese altın vermesini istemiş. Yaşlı adam bir altınlara bakmış bir dikmekte olduğu fidana, sonra hükümdara dönüp: 'Bakın, meyvesini görmeyeceğimi söylüyordunuz, daha dikilir dikilmez meyve vermeye başladı.', demiş. Bu cevap da çok hoşuna gitmiş Sultan'ın ve bir kese daha altın vermiş; bunun üzerine yaşlı adam: 'Allah'a hamdolsun, herkesin ağacı yılda bir kez meyve verirken benim fidanlarım şimdiden iki meyve verdi.', demiş. Bu cevap da çok hoşuna gitmiş Sultan'ın ve vezirine işaret ederek, yaşlı adama sağlıcak dileyip memnun ve mutlu oradan ayrılmışlar.” Şimdi ağaçsız doğmakta çocuklarımız. Hatta bir ömür boyu ağaca dokunamadan yaşaması ne hazindir yeni neslin. Dokunduğu zaman da aklına ilk gelen, toprağa tutunan köklerine, kesinlikle şuuraltında bile kendisinden daha uzun yaşayacağına, bu nedenle adının da onunla birlikte daha uzun yaşayacağına inandığı köklerine, adının baş harflerini kazımak olsa da inanın ağaç buna da sevinir. Sonuçta bir insan eli değmiştir kendisine. Çünkü sever ağaç insanı, tıpkı çocuk gibi. Ve ağlar sevgi görmezse çocuklar gibi. Biliyorsunuz insanlığın en zor zamanları savaş zamanlarıdır. Çünkü her şey olabilir, her acı yaşanabilir savaşlarda. Fakat İslam medeniyetinin banisi, yaratılış ağacının kutlu meyvesi Peygamberimiz ve onun şanlı takipçileri kumandanların hemen her savaşta verdikleri emirlere bakın: “Kadınlara, yaşlılara, çocuklara ve ağaç nesline dokunulmaya!”. Basit emeller ve ihtiyaçlar uğruna yeşili katleden bir nesil, “evet onu kesiyoruz, ama şunu da dikiyoruz…” savunmasını yapan bir nesil hangi kültürün zihniyetini yansıtıyor dersiniz!. Dedem Korkut'un her sohbetin sonunda yaptığı duada akla ilk gelen kutsallardan biri yine ağaçtır:“Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli büyük ağacın kesilmesin. Taşkın akan güzel suyun kurumasın. Kanatlarının uçları kırılmasın. Koşar iken ak boz atın sendelemesin. Kadir Tanrı seni namerde muhtaç etmesin!…” Çünkü onlarla güzeldir hayat ve hayatın ta kendisidir tabiat. Atalarımız; ağacın, bitkilerin canı olduğuna inanmışlar; çocuklarına, hayvanlarına nasıl muamele ediyorlarsa onlara da öyle muamele etmişlerdir. Zira onlar bir ulu nazarla bakmaktaydılar her şeye. Öyle ulu düşüncelerle yetiştirilmişlerdi zira. İşte bunlardan biri: Bursa kadısı iken karşılaştığı bir olay sonucu tasavvufa yönelen, sonunda Üftade hazretlerinin öğrenciliğine kabul edilen Aziz Mahmud Hüdayi'nin tecrübesi bize bir fikir verir. Öğrencilerin her biri kırlardan güzel çiçekler toplayarak hocalarına takdim ederler. Mahmut da solmuş bir çiçekle gelir elinde. Sorar bu yeni öğrencisine Şeyh Üftade: Oğlum herkes güzel çiçekler getirirlerken, sen niye bu solgun çiçekle geldin. Cevap: Efendim hangi çiçeğin yanına vardımsa zikirde buldum, bu ise zikirden kalmıştı, onun için.” İnsanlığın günümüzde ulaştığı ilim seviyesi bugün bize açıkça gösteriyor ki, bitkilerin gerçekten ruhu varmış. Bugün bizim teknolojik cihazlarla fark edebildiğimiz bu ruhları meğer atalarımız gözsüz görmüşler. Meğer Koca Yunus'un “Sordum sarı çiçeğe” diye başlayan çiçekle mülakatı hakikat mı hakikat bir konuşmaymış. Burada anlatmayayım şimdi onu da, fakat merak edin ve bazı yönleriyle insana çok benzeyen hurma ağacının hikayesini bulup okuyun internetten. Belki o zaman gözleriniz daha iyi görmeye başlar da bir ağaç yanından, bir çiçek yanından geçerken selam vermeye, belki hal hatır sormaya başlarsınız onlara Koca Yunus gibi. İşte ağaç nesliyle kurulan dostluğa dair bir hikaye daha: Yaşlı çoban sürüsünü otlatırken bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır, küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Mushafı açıp okumaya koyulurdu. Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken: "Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi. Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı. Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken, "Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak ,"benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazanın ilk günü olduğunu ?" Bizim yaşlı Erciyes'in bir o kadar da yaşlı olan köklerinden sümbüllenen ağaçlarının hikayesi de çok hazin elbette. Zira artık ne Kerem ile Aslının gizlenmek için geldiği ormanlardan, Ne Hindistanlı Baba Reten'in yıllar boyu yaylalarda oluşturduğu meyve bahçelerinden ne de Bizans İmparatorlarının dinlenmek ve avlanmak için geldikleri imparatorluk çiftliklerinden bir eser var. Ama onların köklerinin ve köklerinden türeyen nesillerin hala buralarda bulunduklarından eminim. İşte Bu efsanevi ağaçların nesillerini bizzat yerinde görsünler ve ilçenin ileri gelenleri olarak sürü sahiplerini uyarsınlar da kesilmesin, yüzlerce yıllık ağaçlar yok edilmesin istiyordu. Gösterdi çadırların önündeki huş dallarını ve sizin ikazınız etkili olur, söyleyin de kesmesinler ağaçları, der demez, zatı şeriflerden biri, sofra hazırlamakta olan sürü sahibine dönüp, “Siz mi kesiyorsunuz bu ağaçları?” demesin mi!... Yoook efendim, kesilir mi?!.., Çocuklar kayaların arasından toplamış getirmişler, deyiverdi sürü sahibi adam da ve konu birden kapanıverdi. Her şeye şahit huş ağacının kardeşi arkamızdaki kayalıklarda öylece durmuş bize bakıyordu. Ne diyebilirdi ki! İçinde en ufak bir sızı dahi hissetmeden yaş yakan, yeşili yakan, körpecik fidanlara, ulu ağaçlara kıyan, küt gitmiş insan neslinin yalan söylemesine mi şaşıracaktı!
Ekleme Tarihi: 01 Mart 2015 - Pazar
PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU

Ağacı Seven

Çocuklarımız çok sevmeli ağacı, çiçekleri, hayvanları, doğayı… Ama önce anneleri ve babaları sevmeli; sevmeli ki çocukları da sevsin. Çünkü benim gördüğüm ağaçlar, şayet ayakları olaydı, o babaların ve babaların çocuklarının geldiğini görünce emin olun kaçardı. Onlar da ne yazık ki kaçamadılar, hem de belki yüzlerce yıl her türlü hava şartına, tipiye, buz gibi havaya, susuzluğa ve yakıcı güneşe göğüs germelerine, ayakta kalmayı başarmalarına rağmen. O adamları görünce kaçamadılar ne yazık ki… O ağaçların bir kardeşini gördüm ben ve başkalarına da gösterdim, hem de yaşadığım muhitin ileri gelenlerine, fakat onlar da anlamadılar ağacı yazık ki… Kim olduğunu görüyorsunuz işte; perili kartının eşsiz huşlarından, kutsal ağaçlarından biridir o. Anlatacağım biraz sonra hikayesini. Bunun bir kurgu olmadığını söylemeliyim size, evet tamamen gerçek. Ama önce mazinin kültür evreninde zihinsel bir gezi yapalım.
Her çocuk bir ağaçla, belki yüz, belki daha fazla ağaçla doğardı atalar kültüründe. Bu ağaçlar kimi zaman kavak olur, ardıç olur, kayın olur… kimi zaman da meyveli ağaçlardan olurdu. Çocuk ergenlik çağına gelmeye onlar da ürünlerini vermeye hazır hale gelirdi. İşte dikili ağacı olmak gerçekten dikili bir belki yüz ağacı olmak demekti; zira öyle görmüşlerdi atalardan. Fidan dikme zamanı gelince bir baba eline fidanları, yanına çocuklarını alır, giderlerdi topraklarına. Derdi ki baba, “Bak oğlum şunu dedem dikti, şunu babam; şimdi biz de bunları dikelim ki, siz ve sizin çocuklarınız yararlansın.” Sonra aklına gelen hikayeyi anlatıverdi:
“Şanlı hükümdarlarımızdan biri, veziriyle birlikte tebdili kıyafet, fidan dikmekte olan yaşlı bir adamın bahçesinin yanından geçiyorlarmış. Hükümdar, yaşlı adama selam verdikten sonra, vezirine dönüp 'dedeyle iki kelam edelim' deyip inivermiş atından. 'Baba kolay gelsin, terlemişsin, neden o kadar yoruyorsun kendini, belki meyvesini dahi göremeyeceksin!' deyince, yaşlı adam doğrulmuş, terini sildikten sonra ulu ağaçları göstermiş. 'Haklısın evlat!', demiş; 'Fakat gördüğün gibi bizden öncekilerin diktiği ağaçlar da artık benim gibi yaşlandı; belki onlar da daha fazla yaşamayacaklar. Ben de tıpkı dedelerim gibi, kendim için değil, çocuklarım ve torunlarım için dikiyorum.', demiş. Hükümdarın çok hoşuna gitmiş bu cevap ve vezirinden, dedeye bir kese altın vermesini istemiş. Yaşlı adam bir altınlara bakmış bir dikmekte olduğu fidana, sonra hükümdara dönüp: 'Bakın, meyvesini görmeyeceğimi söylüyordunuz, daha dikilir dikilmez meyve vermeye başladı.', demiş. Bu cevap da çok hoşuna gitmiş Sultan'ın ve bir kese daha altın vermiş; bunun üzerine yaşlı adam: 'Allah'a hamdolsun, herkesin ağacı yılda bir kez meyve verirken benim fidanlarım şimdiden iki meyve verdi.', demiş. Bu cevap da çok hoşuna gitmiş Sultan'ın ve vezirine işaret ederek, yaşlı adama sağlıcak dileyip memnun ve mutlu oradan ayrılmışlar.”
Şimdi ağaçsız doğmakta çocuklarımız. Hatta bir ömür boyu ağaca dokunamadan yaşaması ne hazindir yeni neslin. Dokunduğu zaman da aklına ilk gelen, toprağa tutunan köklerine, kesinlikle şuuraltında bile kendisinden daha uzun yaşayacağına, bu nedenle adının da onunla birlikte daha uzun yaşayacağına inandığı köklerine, adının baş harflerini kazımak olsa da inanın ağaç buna da sevinir. Sonuçta bir insan eli değmiştir kendisine. Çünkü sever ağaç insanı, tıpkı çocuk gibi. Ve ağlar sevgi görmezse çocuklar gibi.
Biliyorsunuz insanlığın en zor zamanları savaş zamanlarıdır. Çünkü her şey olabilir, her acı yaşanabilir savaşlarda. Fakat İslam medeniyetinin banisi, yaratılış ağacının kutlu meyvesi Peygamberimiz ve onun şanlı takipçileri kumandanların hemen her savaşta verdikleri emirlere bakın: “Kadınlara, yaşlılara, çocuklara ve ağaç nesline dokunulmaya!”.
Basit emeller ve ihtiyaçlar uğruna yeşili katleden bir nesil, “evet onu kesiyoruz, ama şunu da dikiyoruz…” savunmasını yapan bir nesil hangi kültürün zihniyetini yansıtıyor dersiniz!.
Dedem Korkut'un her sohbetin sonunda yaptığı duada akla ilk gelen kutsallardan biri yine ağaçtır:
“Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli büyük ağacın kesilmesin. Taşkın akan güzel suyun kurumasın. Kanatlarının uçları kırılmasın. Koşar iken ak boz atın sendelemesin. Kadir Tanrı seni namerde muhtaç etmesin!…”
Çünkü onlarla güzeldir hayat ve hayatın ta kendisidir tabiat.
Atalarımız; ağacın, bitkilerin canı olduğuna inanmışlar; çocuklarına, hayvanlarına nasıl muamele ediyorlarsa onlara da öyle muamele etmişlerdir. Zira onlar bir ulu nazarla bakmaktaydılar her şeye. Öyle ulu düşüncelerle yetiştirilmişlerdi zira. İşte bunlardan biri: Bursa kadısı iken karşılaştığı bir olay sonucu tasavvufa yönelen, sonunda Üftade hazretlerinin öğrenciliğine kabul edilen Aziz Mahmud Hüdayi'nin tecrübesi bize bir fikir verir. Öğrencilerin her biri kırlardan güzel çiçekler toplayarak hocalarına takdim ederler. Mahmut da solmuş bir çiçekle gelir elinde. Sorar bu yeni öğrencisine Şeyh Üftade: Oğlum herkes güzel çiçekler getirirlerken, sen niye bu solgun çiçekle geldin. Cevap: Efendim hangi çiçeğin yanına vardımsa zikirde buldum, bu ise zikirden kalmıştı, onun için.”
İnsanlığın günümüzde ulaştığı ilim seviyesi bugün bize açıkça gösteriyor ki, bitkilerin gerçekten ruhu varmış. Bugün bizim teknolojik cihazlarla fark edebildiğimiz bu ruhları meğer atalarımız gözsüz görmüşler. Meğer Koca Yunus'un “Sordum sarı çiçeğe” diye başlayan çiçekle mülakatı hakikat mı hakikat bir konuşmaymış.
Burada anlatmayayım şimdi onu da, fakat merak edin ve bazı yönleriyle insana çok benzeyen hurma ağacının hikayesini bulup okuyun internetten. Belki o zaman gözleriniz daha iyi görmeye başlar da bir ağaç yanından, bir çiçek yanından geçerken selam vermeye, belki hal hatır sormaya başlarsınız onlara Koca Yunus gibi.
İşte ağaç nesliyle kurulan dostluğa dair bir hikaye daha:
Yaşlı çoban sürüsünü otlatırken bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır, küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Mushafı açıp okumaya koyulurdu.
Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken: "Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.
Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı. Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken, "Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak ,"benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazanın ilk günü olduğunu ?"
Bizim yaşlı Erciyes'in bir o kadar da yaşlı olan köklerinden sümbüllenen ağaçlarının hikayesi de çok hazin elbette. Zira artık ne Kerem ile Aslının gizlenmek için geldiği ormanlardan, Ne Hindistanlı Baba Reten'in yıllar boyu yaylalarda oluşturduğu meyve bahçelerinden ne de Bizans İmparatorlarının dinlenmek ve avlanmak için geldikleri imparatorluk çiftliklerinden bir eser var. Ama onların köklerinin ve köklerinden türeyen nesillerin hala buralarda bulunduklarından eminim. İşte Bu efsanevi ağaçların nesillerini bizzat yerinde görsünler ve ilçenin ileri gelenleri olarak sürü sahiplerini uyarsınlar da kesilmesin, yüzlerce yıllık ağaçlar yok edilmesin istiyordu. Gösterdi çadırların önündeki huş dallarını ve sizin ikazınız etkili olur, söyleyin de kesmesinler ağaçları, der demez, zatı şeriflerden biri, sofra hazırlamakta olan sürü sahibine dönüp, “Siz mi kesiyorsunuz bu ağaçları?” demesin mi!...
Yoook efendim, kesilir mi?!.., Çocuklar kayaların arasından toplamış getirmişler, deyiverdi sürü sahibi adam da ve konu birden kapanıverdi. Her şeye şahit huş ağacının kardeşi arkamızdaki kayalıklarda öylece durmuş bize bakıyordu. Ne diyebilirdi ki! İçinde en ufak bir sızı dahi hissetmeden yaş yakan, yeşili yakan, körpecik fidanlara, ulu ağaçlara kıyan, küt gitmiş insan neslinin yalan söylemesine mi şaşıracaktı!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve hacilarhabergazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.